Her yıl Aralık ayı geldiğinde İnsan Hakları Haftası’nı hatırlıyoruz. Geri kalan ay ve günlerde, hızla unutarak hem de.
İçimizde buruk bir his oluşuyor…
Çünkü hatırladığımız şey aslında kaybettiğimiz şeylerin yankısı gibi.
Sahi, ne çok şey kaybettik ve kaybediyoruz değil mi?
İnsan hakları dediğimiz kavram, kağıda dökülmüş birkaç maddelik bir metinden çok daha fazlası.
O, bir çocuğun korkmadan gülümseyebilmesi,
Bir annenin evladını kaybetme korkusuyla yaşamak zorunda kalmaması,
Bir gencin hayallerinin önü kapatılmadan büyüyebilmesi,
Bir insanın sadece ‘insan’ olduğu için değer görmesi.
Biz, işte bu duyguların toplamına ‘insanlık’ diyoruz.
Oysa her gün haberlerde gördüklerimiz, sokakta karşılaştıklarımız, duyduğumuz hikâyeler bize acı bir gerçeği fısıldıyor;
Hepimiz bir yerlerde hata yapıyoruz.
Bir yerlerde birbirimize karşı körleşiyor, sağırlaşıyor, duyarsızlaşıyoruz.
Öyle zamanlar yaşanıyor ki, ‘benim ölüm ve senin ölün’ diye kategorize bile edebiliyoruz artık hiç zararı ve yararı olamayacak ‘yitirdiklerimizi’.
Ağlayan bir çocuğun, açlık çeken ve ölmüş bir insanın ‘milliyeti’ sorulur mu hiç?
Sorulmaz, sorulmamalı.
Ve fakat en çok da onlar soruluyor.
İnsanın, hayatın tasdikinde olan hakları için gösterilen birçok çaba ‘kriminalize’ edilip duruyor.
Yaşama hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı, ana dil hakkı …
Herkes bir ‘kahraman’ ve bir ‘hain’ peşinde.
Tek amaç, bitmek bilmeyen o kahrolası ‘Ego’.
Benim ırkım, benim dilim, benim dinim, benim mezhebim, benim topraklarım, benim benimbenim …
Neredeyse hiçbir cümleye ‘başkasının hakları’ ile başlamıyoruz. Ve bu da beraberinde kavgayı, çatışmayı ve gereksiz ölümleri getiriyor.
İnsan hakları bir hafta boyunca anılsın diye değil, her gün birinin yarasına merhem olalım diye var.
Bazen bir sözle,
Bazen bir omuzla,
Bazen de haksızlıklara karşı çıkacak cesaretle…
Bir de, yarayı açanların ağız dolusu özür dilemesi ve bir daha yaşatmaması sözü vermesi de gerekir. Yaşanılır bir dünyada nefes alabilmek için.
Kime sorsan, dünyanın gelip geçici olduğunun altını kalın çizgilerle çizer.
Ama bunu diyen herkes, sanki sonsuza kadar yaşayacakmış gibi davranıyor.
Tıpkı evinin kapısına ‘Mülk Allah’ındır’ yazısını yazıp, kiracısına olmadık eziyetler eden ev sahipleri gibi.
Kendinden başka herkesin hakkını her an gasp etmeye hazır ve nazır.
Herkesin elinde bir iğne ve bütün çuvaldızlar tedavülden kalkmış gibi.
Bir insanın hakkı ihlal edildiğinde,
“Benim başıma gelmedi” deyip geçmek kolaydır. Ama işte insanlık tam da burada sınanır. Çünkü hak dediğimiz şey, bir kişinin değil, hepimizin nefesidir.
Bugün belki tanımadığımız birinin yaşadığı adaletsizlik, yarın kapımızın önüne konacak bir acı olabilir.
O yüzden, ‘Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ sözü insanlık tarihindeki en tehlikeli cümlelerden biridir.
İçimize işleyen sessiz bir zehir gibi…
Alman ilahiyatçı Martin Niemöller’in şu sözlerini hepimiz duymuşuzdur;
Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.
Bu hafta vesilesiyle kendimize şu soruyu soralım:
Ben birinin insan olduğunu hissettiren ne yaptım?
Bazen küçücük bir iyilik, bir insanın dünyaya bakışını değiştirebilir.
Bazen bir ses olmak, bir hayatı kurtarabilir.
Unutmayalım...
İnsan hakları, yeryüzüne bırakılmış en büyük emanetlerden biridir.
Ve biz o emaneti korudukça daha iyi insanlar, daha vicdanlı bir toplum oluruz.
Bu yıl İnsan Hakları Haftası sadece bir tarihten ibaret olmasın lütfen.
Birinin yüreğine dokunan, birinin yalnız olmadığını hatırlatan, birinin karanlığında bir mum yakan bir başlangıç olsun.
Çünkü dünyayı değiştirmek büyük sözlerle değil, insana değer veren küçük ama samimi adımlarla başlar.