Bir kenti sadece binalar, yollar ya da kalabalıklar tanımlamaz.

Bir kenti, en çok da neye sustuğu, neye ses çıkardığı belirler.

Hangi acıya göz yumduğu, hangi adaletsizliğe sırt çevirdiği…

Çünkü bazen en ağır suç, hiçbir şey yapmamaktır.

Ve en kalabalık suç ortaklığı, sessizliktir.

Bu hafta Diyarbakır’da iki genç kadın katledildi.

Helin ve İlayda.

İkisi de hayatlarının en başındaydı.

İkisi de hayattayken değil, öldürüldükten sonra isimleriyle tanındı bu şehirde.

Birer ölüm haberi oldular önce.

Ardından birkaç sosyal medya paylaşımı, birkaç öfkeli yorum.

Sonra gündem değişti.

Yeni bir sıcak gelişme, yeni bir tartışma, yeni bir unutuş.

Oysa unutulmaları da öldürülmeleri kadar sistematik.

Çünkü bu memlekette kadınlar sadece öldürülmüyor; unutularak ikinci kez yok sayılıyor.

Ve en acısı da şu:

Artık kadın cinayetleri, toplumun reflekslerini bile harekete geçiremiyor.

Eskiden bir kadın öldürüldüğünde içimiz sızlardı.

Sokaklar dolar, gazeteler manşet atardı.

Şimdi ise “yine mi?” deyip başımızı çeviriyoruz.

Alıştık.

Ölüm bile artık şaşırtmıyor bizi.

Ve işte tam da burada başlıyor suç ortaklığı:

Alışmak, normalleştirmektir.

Alışmak, rızadır.

Alışmak, susmaktır.

Her cinayet, gözümüzün önünde işleniyor.

Evde, sokakta, iş yerinde, okulda…

Kadınlar defalarca yardım istiyor, korunmak istiyor, “ölmek istemiyorum” diyor.

Ama seslerini duyan yok.

Duymak istemeyen çok.

Devlet kulaklarını kapatıyor.

Yasalar göstermelik uygulanıyor.

Ve biz, toplum olarak bu sessizliğe eşlik ediyoruz.

Bir cinayet işlendiğinde sadece bir kadın öldürülmez.

Onunla birlikte hukuk, güven, vicdan, insanlık da yaralanır.

Ama biz bu ölümleri yeterince dert etmiyorsak, bir şeyleri kaybetmişiz demektir.

Hem de çok şeyleri.

Unutma:

Bir çocuk yoksulluk içinde büyürken, diğerinin güvenle geleceğe taşınması kader değildir.

Bu, sınıfsal bir ayrımın sonucudur.

Bir kadın, korunamadığı için öldürülüyorsa bu, “aile içi mesele” değildir.

Bu, sistematik erkek şiddetidir.

Bir gazeteci susturulmuşsa ve failler hâlâ aramızda dolaşıyorsa, bu “eski bir dosya” değildir.

Bu, cezasızlığın karanlık yüzüdür.

Ve bütün bunlar, görmezden geldikçe büyür.

Yokmuş gibi yaptıkça güçlenir.

Sustuğumuz her an, failler daha da cesaretlenir.

Kentler sadece betonla değil, hafızayla da inşa edilir.

Ama adalet toprağa gömülürse, o hafıza da çürür.

Ve çürüyen bir hafıza, suskun bir toplum doğurur.

Suskun bir toplum ise en çok da suçluları rahatlatır.

Oysa hâlâ geç değil.

Her ses, bu karanlığı yırtabilir.

Her itiraz, bir başkasının sessizliğine cesaret olabilir.

Helin ve İlayda’nın ardından, artık susmamak bir tercih değil; bir zorunluktur.

Çünkü bazı çığlıklar hayat kurtaramaz belki…

Ama toplumları uyandırır.

Yeni ölümlerin önüne geçebilir.

Ve en azından şunu söyletir geride kalanlara:

“Ben sustum, bir daha susmam.”

Ve biz, bu kentin vicdanı olmayı yeniden seçebiliriz.

Bugün.

Şimdi.

Tam da bu satırları okurken.

Sessiz kalmayarak.