Üç yıl oldu Raif Türk’ün aramızdan ayrılışının üzerinden. Üç yıl ama Diyarbakır’da her caddenin, her kahve sohbetinin, her sanayi alanının bir köşesinde hâlâ “Raif abi”nin adı geçiyor.
Onu tanıyan herkes için o sadece bir iş insanı değil, Diyarbakır’ın vicdanı, aklı, abisiydi.
Geçtiğimiz günlerde eşi Yıldız Türk ile bir araya geldim.
Sessiz, ağırbaşlı, zarif bir kadın.
Söze başlarken “O, hayata tutunmayı hiç bırakmadı” diyor.
Sonra gözleri buğulanıyor:
“On iki kez ameliyat geçirdi ama yine de hep üretmeyi, bir şeyleri inşa etmeyi düşündü. En çok da bana güzel bakan o gözlerini özledim. O gözlerin içinde bir sevda, bir inanç, bir memleket vardı.”
Yıldız Hanım, Çin zulmünden kaçarak Türkiye’ye yerleşmiş Doğu Türkistanlı başarılı bir iş insanı.
Raif Türk ile tanışmaları bir tesadüf gibi görünse de, birbirine benzeyen iki insanın kesişmesiymiş aslında: çalışkan, dirayetli, mücadeleci.
Üç yıldır eşinin yokluğuna alışamamış.
“Raif’in olduğu ev, ışığı sönmeyen bir evdi” diyor.
Raif Türk, Diyarbakır’ın dağ ile ovanın arasında sıkışmış Kulp ilçesinin bir köyünde doğmuştu.
Hayatı boyunca da o coğrafyanın bütün zorluklarını, bereketini ve inatçılığını taşıdı.
Öğretmen olmak için yatılı okullarda yıllarını vermişti.
Ama öğretmenlik ömrü dört ay sürdü. O dört ay, ona insanların hikâyelerine dokunmanın lezzetini tattırdı; sonrasında gazeteciliğe yöneldi.
Yeni Ülke ve Özgür Gündem’in Diyarbakır bürolarında şefliğimi yaptığı yıllarda, bölgenin en zor dönemlerinden biri yaşanıyordu.
Raif Türk, kalemini baskının değil hakikatin hizasına koyan bir gazeteciydi.
Sokağı bilen, halkın dilini konuşan, her haberin ardında bir insana dokunan bir hikâye olduğunu unutmayan bir meslek erbabıydı.
Onunla aynı dönemde gazetecilik yapan herkes bilir:
“Raif abi” bir haberin sadece kurgusunu değil, vicdanını da kurardı.
Ama hayatın bir yerinde, kaderi onu taşla buluşturdu.
Bir gün çevre köylerden eline bazı maden numuneleri ulaştı.
İlk başta sadece merak etmişti.
Ama o taşlara baktıkça, toprağın altında saklı duran bir hikâye hissetti.
“Elimdeki taşın asbest olduğunu öğrenince ürperdim” diyordu bir röportajında.
“Çünkü asbestin kanserojen olduğunu yazan ilk gazeteciydim. Yıllarca yazdığım o maddenin bir gün elimde olacağını düşünmemiştim.”
Bu ürperme, onu taşın karanlık yüzünden uzaklaştırdı ama başka bir meraka sürükledi: Mermer.
“Taşla uğraşılır mı, taş kimi iflah etmiş?” demişlerdi ona.
Ama Raif Türk’ün cevabı sabırla, alın teriyle, inatla geldi.
Dozerle mermer çıkaran ilk kişiydi Türkiye’de.
Katır sırtında taş taşıdı, borçlandı, evini sattı, yılmadı.
1988’de DİMER’i kurdu.
O günden sonra Diyarbakır’da taş sadece taş olmaktan çıktı; bir emeğin, bir vizyonun, bir direnişin sembolü oldu.
Bugün 70 ülkeye ihracat yapan, binlerce kişiye ekmek kapısı olan DİMER’in temelleri, işte o inatla kazılmış küçük ocaklarda atıldı.
Raif Türk, “DİMER bir eğitim yuvasıdır” derdi.
Çünkü o, üretimi sadece sermaye değil, insan yetiştirme işi olarak görürdü.
“Bizim yanımızda şef olanlar, müdür oldular; gidenler başka yerlerde yönetici oldular. Bu, en büyük kazancımızdır.”
Raif Türk, sanayici kimliğiyle tanınsa da özünde hep gazeteciydi.
O, haberciliğin merakını madenciliğe taşımış, toprağın içinden hikâye çıkaran bir insandı.
Bu yüzden de “iş insanı” kelimesi ona hep dar gelmiştir.
“Ben iyi bir tüccar değilim” derdi gülerek, “ama girişimcilikte fena sayılmam.”
Ticaretle değil, sözüyle, emeğiyle, sözüne sadakatiyle anılırdı.
“Bizim işimizde söz, senetten daha kıymetlidir” derdi.
Bu ilkeyle yürüdü, bu topraklara da bu mirası bıraktı.
Kentin saygın isimlerinden biri olmasına rağmen hep mütevazı kaldı.
TÜMMER Başkanlığı’na adaylığını bile genel kurula bir hafta kala koymuştu.
“Siyasete girmeyi hiç düşünmedim” demişti bir keresinde.
Kendi anlatımıyla “Çünkü ben hangi işi yapıyorsam, onun hakkını vermeye çalıştım. Dar bir kentçilik hiç yapmadım, ama Diyarbakır’a borcumu da hep hissettim” demişti.
O borcu öderken, Diyarbakır’ı sadece doğduğu yer olarak değil, inandığı yer olarak gördü.
“Diyarbakır denince aklıma bir avuç toprak gelmiyor. Bu memlekette yoksulluk çok. O yüzden burada kalmalı, burada üretmeli, burada hizmet etmeli insan” diyordu.
Yıldız Hanım’a son olarak, “Onu en çok nasıl hatırlıyorsunuz?” diye sordum.
Uzun bir sessizlikten sonra cevap verdi:
“Evde sabah çayını içerken bile plan yapardı. Hep bir üretim hali… Ama en çok Diyarbakır’ın çocuklarını düşünürdü. ‘Bu kentte taş var, toprak var, akıl var; yeter ki insanlarımız risk almaktan korkmasın’ derdi. Ben şimdi o sözleri duydukça, sesini hâlâ yanımda hissediyorum.”
Raif Türk, risk alan bir kuşaktandı.
Bir yandan gazeteci, bir yandan sanayici, ama her şeyden önce Diyarbakırlı bir gönül insanıydı.
Arkasında yalnızca bir fabrika değil, bir yaşam öğretisi bıraktı:
Sözünü tut, emeğe saygı duy, insanı yücelt.
Ve en önemlisi; taşla uğraşmaktan korkma.
Çünkü o taşlar, bu kentin alın teriyle dünyayı güzelleştirebilir.
Üçüncü ölüm yıldönümünde, Diyarbakır’ın “Raif abisi”ni saygıyla, özlemle anıyoruz.
Onun emeğiyle yoğrulmuş taşlarda hâlâ sesi,
Kent sokaklarında hâlâ izi,
Yıldız Hanım’ın gözlerinde hâlâ bakışı var.