Günaydın Türkiye. Günaydın sevgili okurlarım. Daha dün gezdim, gördüm; bugün de yazıyorum.

Yüzyılların tanığı Diyarbekir, bugün sessizliğe gömülmüş bir şehir. Ekonomik geri kalmışlık, ilgisizlik ve unutulmuşluk arasında nefes almaya çalışan bu kadim kent, aslında bir coğrafyanın değil, bir vicdanın sahipsizliğini anlatıyor. Diyarbekir hâlâ umut ediyor; ama kimse artık duymuyor.

Diyarbekir, tarihin derinliklerinden bugüne uzanan on üç bin yıllık bir medeniyet mirasına sahip nadir şehirlerden biridir. Ancak bugün bu kadim kent, sahip olduğu potansiyelin çok gerisinde bir yerde duruyor. Taş duvarları, dünyaca ünlü surları ve tarihî sokaklarıyla bir kimlik abidesi olan Diyarbekir, ne yazık ki ekonomik anlamda uzun süredir sahipsiz bırakılmış durumda.

Devletin kalkınma politikaları kâğıt üzerinde güzel görünse de uygulamada Diyarbekir’e düşen pay hep sembolik kaldı. Sanayi yatırımları yeterince gelişmedi, teşvikler bürokratik engellere takıldı, özel sektörün ilgisi sınırlı kaldı. Genç nüfusun enerjisi üretime değil, umutsuzluğa yöneldi. Üniversiteler mezun verirken, şehir bu mezunlara iş sahası yaratamadı.

Sonuç ortada: Yetenekli gençler ya büyükşehirlere göç ediyor ya da kendi memleketinde işsizliğin sessiz acısını yaşıyor.

Trafik sorunu çözülemedi,

Bir tramvay çok görüldü,

Dicle Nehri gözden çıkarıldı,

Parsel parsel kapışıldı, bir rant alanı haline getirildi,

Sur içi caddeler ayrı bir hengame içinde, buraya bir çeki düzen verelim diyen yok.

Diyarbekir’i çevreleyen dünyada tek sur özelliği olan, Dünya Mirası Listesinde yer bulan bu güzelim surlar, uyduruk bir biçimde restore edildi. Restore edilen kısımlar yağmuru yiyince patır patır dökülmeye başladı.

Ben farklı şeyler görmek için dolaştığımda, bir çay içerek Dlyarbekir’in güzeliklerini seyretmeye gittiğimde Diyarbekir’in Diyarbekir'de değer katmanlara değil, kaptıkaçtıcılara, ucuzculara göz yumulduğunu gördüm.

Yani Diyarbekir’in en nadide, en tarihi değeri en değerli yerleri yani Dicle Nehri kıyıları, Diyarbekir’in altın gerdanlığı olan o nadide tarihi olan surları bu ucuzculara ama bilerek ya da bilmeyerek terk edilmiş.

Adeta yarınını ,dününü özleten bir şehir haline gelmiş.

Hadi yalandır deyin.

Diyarbekir namı değer Amed, yalnızca bir bölge kenti değildir; Anadolu’nun doğusunu Orta Doğu’ya bağlayan stratejik bir merkezdir. Tarım, turizm, kültür ve ticaret açısından büyük bir potansiyel taşır. Bu potansiyel, yıllardır ilgisizlikle, plansızlıkla ve kısa vadeli politik hesaplarla heba ediliyor. Yollar yapılır, tabelalar değişir ama şehir aynı yerinde sayar.

Bugün Diyarbekir’in en büyük ihtiyacı “sahip çıkılmak” değil, kendi ayakları üzerinde durabilmektir. Bunun yolu da yerel girişimciliği desteklemekten, üretimi ve istihdamı merkeze alan politikalar geliştirmekten geçiyor. Siyasetin oy hesabıyla değil, kalkınma vizyonuyla hareket etmesi gerekiyor. Çünkü bir şehir kalkınmadıkça, bir ülke tamamlanmış sayılmaz.

Diyarbakır sahipsiz değildir ama sahip çıkılması gereken bir mirastır. Onu ayağa kaldırmak, yalnızca bölgesel bir mesele değil; bu ülkenin vicdan meselesidir.

Üstat Nazım Hikmet’in bir deyişiyle tanımlamak gerekirse;

Diyarbekir’de;

“Dert çok hemdert yok,

Yüreklerin kulakları sağır,

Hava kurşun gibi ağır.”

Ben bunları gördüm, başta yerel basın olmak üzere görmeyenlere ağzım varmıyor ama yine de diyeceğim;

Yuh olsun…

Bir de bilhassa turistlerin geldiği dönemlerde fiyatları sorumsuzca abartan esnaflara da yuh olsun.

Dahası var…

Bu günlük bu kadar yeter sanırım.

&

Kirveme öğütler;

Brezilyalı bir Ekonomist, “Ben kendimi bildim bileli Brezilya’nın büyük potansiyelinden söz edilir. Hep ‘geleceğin ülkesi’ derler. Ama nasılsa bu geleceğin geldiği de yok” demiş.

Sana bir şey hatırlatıyor mu kirvem?

&

Gelelim “Dilimde tüy bitinceye kadar” yazacaklarıma;

Anzele, büyük bir balıklı göl haline getirilip, turizme kazandırılsın.

Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi MÜZEYE dönüştürülsün. Bu dönüştürülme eyle mi de artık daha fazla uzatılmasın.

İyi bir hafta geçirmeniz dileğiyle.

Dostça kalın.