Günün bir öğünü okul, geri kalan kısmını “iş”le geçirmek aslında çocukluktan kalmaydı.

Baba devlet memuru olmasına, anne terzi ve kuaförlük yapmasına, abiler kaçak sigara, ben de boyacılık ve su satmama rağmen 8 kişiden oluşan çekirdek ailemize yetmiyordu.

Bazen Çarşiya Şewiti’de ispirto kuyruğunda, bazen iğne atsan yere düşmez misali Aşefçiler Çarşısı’nda sebze-meyve alışverişinde, bazen de daha ekonomik diye evde yoğurulan hamuru almak için fırın önlerinde geçerdi vaktim.

Kardeşler arasında 5 numara olunca evin alışverişinde genelde tercih edilendim.

Annemle, çocuğuyla haber gönderen kadınların evlerine gidip “iple yüz alma” denilen, aslında çok ustalık isteyen “kilşanla dikleşen tüyleri alma” yönetimine çok şahitlik ettim.

Bazen de Dicle Üniversitesi Lojmanları’nın bekçiliğini yapan babamla Tıp Fakültesi’nin arka giriş kapısında gece nöbetlerinde çok sabahladım.

13’ünde babasızlığın getirdiği ağır yükle 15’e gelene dek hayatı 40 yıl yaşamış gibi deneyimledim.

O dönemin ağır sorumluluğu, meslek tercihi yapmaktan ziyade “ne iş olsa çalışırım” anlayışına teslim etmişti beni.

Bu teslimiyet 1991 yılının Mart ayında değişti.

Aileye bir bayram havası yaşatan gelişme, cezaevlerinde af ilanıyla birlikte “açık görüşler”de tanıdığımız, dokunabildiğimiz dayımızın aramıza dahil oluşuydu.

O geldi, gazeteci oldu, ofisboy olarak beni de işe dahil etti.

15 yaşına gelmiş bir çocuğa göre yaşamı oldukça deneyimlemiş biri için büronun halıfleksli odalarını su ile ıslatıp sarı süpürge ile temizlemek, masaların tozlarını almak, haber peşinde koşan muhabirlere çay ve kahvelerini önlerine koymak, bulaşıkları yıkamak çok da zor değildi.

Keyif almıştım.

Hem yıllarca hasret kaldığım dayımla daha çok vakit geçireceğim hem de çalışıp okul harçlığımı o dönem bize babalık da yapan anneme yüklememiş olacaktım.

Mutluydum…

İşte o dönem yaş 15’ti.

Cezaevinde kalmış biri olarak dayımın Türkçesinin televizyonlardaki haber spikerlerinin sunumu gibi düzgün olması beni şaşırtırken, büromuza Haber Müdürü olarak gelen başka bir Diyarbakırlının dayımdan daha düzgün konuşması beni daha da şaşırtmıştı.

Zayıf, uzun boylu, naif, iş yaşamında oldukça disiplinli ve deneyimli bu adamı da en az dayım kadar sevmiştim.

Haber için dışarı çıkmasına üzüldüğüm dayım yokken artık o adamın varlığıyla hiç sıkılmıyordum.

Bir de ara sıra oğlunu getirip bana emanet etmesi bana büyük bir güven aşılamıştı.

O haberleri redakte ederken, muhabirlerle toplantı yaparken ben de çok sevdiği oğluyla film tabettiğimiz karanlık odanın yanındaki arşiv diye kullandığımız odadaki bilgisayardan oyun oynardık.

Oğlunun iki katı kadar yaşım vardı ama çocukluk işte; bazen de onu izletip ben oynardım.

Dayımın adı Hafız Akdemir’di.

Bir gün evden işe gelirken kıydılar ona.

Hafız’ı çok sevdiği Lice’deki köyünde toprağa emanet ederken, benim için geriye en az onun kadar sevdiğim diğer adam kalmıştı…

O adamın adı da Raif Türk’tü.

Ben zorunlu olarak İstanbul’a göçerken, o ise bir süre daha devam edip ayrılmıştı gazeteden.

Uzun yıllar kendisinden haber alamadım.

Ama o naif, Hafız’ı çok seven, uzun boylu bilge adamı hiç unutmadım.

İstanbul’da ofisboyluktan muhabirliğe geçiş yapmış, ulusal bir gazetenin Politika Servis Şefi olarak görev yaparken, Raif Türk ise başarılı bir iş insanı olarak telefonun diğer ucundaydı.

Soru sorarken titreyen sesimi dün gibi hatırlıyorum.

Aradan yine uzun bir zaman geçti.

O adam, üç gün önce bu kez Diyarbakır’ın yüz akı olarak sadece benim karşımda değil kentin mülki amirinin, kaymakamlarının, Türkiye’nin tanınmış Sivil Toplum Örgütü başkanlarının da karşısındaydı.

Büyük bir hayır işi yapmıştı.

DİMİN Madencilik A.Ş’nin Yönetim Kurulu Başkanı Aziz Erman Türk, 35 milyon TL’ye mal edilen 32 derslik ve 9 atölyeden oluşan kentin en modern okulunu kente kazandırırken, eğitim yuvasının adı da Raif Türk İlkokulu konulmuştu.

Bir dönem babasının bana emanet ettiği, bilgisayarda atari oynadığım o yakışıklı küçük çocuk, yani Aziz Erman Türk, babası adına okul yaptırmıştı.

Bir kez daha gururlandım.

Bir dönem öğretmenlik yapan Raif abi, geçmişte babası için çok kıymetli olan Kulp’taki bağının en kıymetli yerini okul yapılması için bağışladığını anımsatırken, açılışa katılan herkes onunla tatlı bir “dejavu” yaşadı.

Eminim Aziz Erman’ın da çocukları onun izinden gidecektir.

İyi varsın Raif abim…