Günaydın Türkiye. Günaydın sevgili okurlarım. Kalabalıkta yalnızlığın ne olduğunu bilir misiniz siz?

Ben de yeni öğrendim.

Hem de 38.000 fit yüksekte sevdalısı olduğum Diyarbekir’den Ankara’ya uçarken.

El bagajlarımızı yerleştirdik. Koltuklarımıza oturduk. Kemerleri bağladık. Uçak yerden yükselmeye başladı. Bir de Diyarbekir’imi tepeden seyredeyim dedim.

Demez olaydım.

Gözümden uzaklaştıkça sevdalısı olduğum şehir, için için içim daralmaya başladı.

Kendime sorular yöneltmeye başladım.

Acaba doğru mu yapıyorum Diyarbekir’den ayrılmakla?

Ayrılma mıydım?

Yaşın kemale ermiş, bir daha gelmeye ömrüm vefa edecek mi?

Sorular beynimde fink atmaya başladı.

Oğlumu bir daha görebilecek miyim?

Her zaman yaptığım gibi bir daha elimi Nazlı gelin Dicle’nin serin sularına batırabilecek mıydım?

Yüzümü sahipsiz kalmış bazalt taşlarla örülü kadim şehrin dünyaca tanınan; UNESCO’nun korumaya aldığı ancak kentin resmi ve yerel yönetiminin ve kentlisinin gözden ırak bıraktığı şehrin surlarına;

Bir daha sürecek, üzerinde gezinebilecek miyim?

Ya o “Deh Deri Pır” denilen On Gözlü Köprünün üzerinde, elimde tespihimle kostak kostak yürüyebilecek miyim?

Kırklar Dağı’nda kültürfizik yapabilecek miyim?

Yeri gelmişken, bazı kendini bilmezin, kentte yaşayanlar tarafından çok kutsal sayılan bir masa dağı olan Kırklar Dağı üzerinde rant amaçlı inşa ettikleri binaları; aslında Diyarbekirlilerin karşı koyması gerekirken, Albert Louis Gabriel örneğinde olduğu gibi büyük bir Diyarbekir severlik ve cesaret örneği göstererek yıktırıp aslına uygun hale getiren Sevgili Cumali Atilla’yı anmadan geçmek gerçek Diyarbekir severlere haksızlık olur.

Bu yürekli ve gittiği her yerde görevini büyük bir sorumlulukla yerine getiren iradeli insana, devlet adamına tekrar teşekkür ediyorum.

Dönelim yazımıza;

Çok küçük bir türbülans bile beni hayallerimden uzaklaştırıyor,

Camdan baktığımda Diyarbekirim, yaşam nedenim gözden kaybolmuş.

İçimi dayanılmaz bir sıkıntı basıyor. Nefes alamıyorum. Sanki nefes borumdan aşağı beton dökülmüş.

Gitti gidiyor durumdayım.

Demek benim de kaderim gökyüzündeymiş diyorum. Eşime hissettirmek istemiyorum.

Farkında olmadan “nefes alamıyorum.” demişim.

Yazımın geri kalanını eşim bana sonradan anlattı.

Su getirmişler.

Yolcular arasında doktor var mı diye anons etmişler.

Yokmuş.

Küçük bir oksijen tüpü getirmişler.

Ben bir defa daha nefes alamıyorum demişim.

İkinci oksijen tüpü beni inene kadar idare etmiş.

Uçak iner inmez bir doktor, bir hemşire beni anlayışlı yolcuların (az da olsa ) izniyle koridordan geçerek uçaktan ayrılmama yardımcı olmuşlar. Esenboğa Hava alanı revirine götürmüşler.

Nabız 26 ya 14

Acil müdahaleden sonra hastaneye sevk.

Şimdi tansiyon düşürücülerle sizlere yazmaya çalışıyorum.

Ömrüm izin verirse sizlere yazmaya çalışacağım.

Dilerim bir daha kalabalıklar içinde yalnız kalmam.

&

Bir söz de benden

Allah'tan korkmayan ama Allah'la korkutanlardan koru beni ya Rabbim.

&

Kirveme öğütler

Kirvem;

Dost ayakkabı gibidir.

İyi seçmezsen,

İki gün sonra arkadan vurur.

&

Ve yazıma çoğu kez olduğu gibi bir şiirimle son veriyorum.

&

Gelelim “Dilimde tüy bitinceye kadar” yazacaklarıma;

Anzele, büyük bir balıklı göl haline getirilip, turizme kazandırılsın.

Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi MÜZEYE dönüştürülsün.

İyi bir hafta geçirmeniz dileğiyle.

Dostça kalın.