Sesin müzikal tınısının insana dokunuşu bütün diğer detaylarının dışında ender durumlarda haz verir. Bu haz duygusu her zaman oluşmaz.

Oluştuğunda da o an hiç bitmesin istersiniz. Bir de o hazzın insan tekinin diğer beklentilerine de yanıt verdiğini düşünün. Sadece müzikal tınıda değil, seste, söylenen dilde, şarkının ruhunuza dokunan ve iz bırakan sözlerinde…
İşte, geriye dönüp baktığımda musikinin büyük ustası Aram Dîkran’ı her dinlediğimde bendeki ruh hâli tam da böyledir. Hele kendisiyle tanışıp sohbet ettikten sonra bu duygu daha da pekişmişti.
Şimdi, bedenen yok tabii ki, onaltı yıl olmuş aramızdan ayrılalı. Ama müzik kayıtlarını her dinleyip izlediğimde aynı duygusal iklimde olduğumu ifade etmeliyim.
Kürtçe müziğe baba nasihatiyle “milli” bir vefa sadakatiyle sahip çıkıp ölünceye kadar da bu söz ve kararından asla geri durmamış bir adam Aram usta.
Katliâmdan kurtulmuş bir Ermeni babanın, oğluna hem nasihat hem de vasiyetidir. “Kürtler bizi fermana rağmen ölümden çekip aldı. Sen, sen ol! Ölünceye kadar sesinle onlara bu borcu öde”. Hikâye budur aslında.
Ben Aram Dikran ile ru be ru tanışmadan çok çok önce, müzik kasetlerinin de henüz dünya yüzüne çıkmadığı zamanlarda “Radyo dengê Yêrevanê, kilamê cimeta kurda” sesinin devamında duymuş ve bugünün geçerli kavramı ile adeta fanı olmuştum. Sonra teypler (kasetçalar) ve dikdörtgen kasetler geldi ve yaygınlaştı. Sesiyle müziğiyle daha çok hemhal olduk.
Aram Dikranla Dîyarbekir sahnesi üzerinden buluşmak, o koca devasa kalabalığa karşı bir gece vakti hem de çok yakınında protokol bölümünden izleyip dinlemek! Sonraki günlerden birinde yüz yüze sohbet edip anı belgeleyerek fotoğraflamak başka bir zamana ait bellekti sanki.
Kısa bir Diyarbekir konukluğu ama sanki ölünceye kadar ebedi kalışa ön hazırlık gibiydi ustanın vatan toprağı ile buluşması. Oysa ne acı! Sağlık nedenli yurt dışı seyahati ve ölüm haberi.
Tam dört gün boyunca gözümüz yolda kulağımız Brüksel’den gelmesi beklenen haberdeydi. Görkemli bir uğurlama cenaze töreni ve toprağında defin için.

Gelen cevap katı ve tahammülsüzdü; “vatandaş olmadığı için ölüsü getirilip gömülemez”di.
Urfakapı’da kenarından köşesinden yola, caddeye, konut alanlarına katılmak için çalına-kırpılarak küçülmüş etrafı dört duvarla çevrili koca bir demir kapılı Ermeni ve Süryanilerin ortak kullandığı mezarlıkta gıyabi ve ölüsü olmayan bir defin töreni yapmıştık. Söz yoktu, ses yoktu. Kentin seçili temsilcileri ve bir grup şahsiyeti vardık yalnızca.
Şimdi Aram Dikran’ın mezarı uzak sürgün ülkesinde. “Sürgün, her yerde yalnızdır” sözünü doğrular gibi. Belki sözüm karşılığını bulur (mu).
Hani yıllar önce ölüp İzmir’de defnedilen Ayşe Şan’ın kemikleri getirilip yakın günlerde toprağıyla buluşturuldu ya! Aram usta için de neden olmasın. Hazır “barış” kelamı bunca bir ağızdan telaffuz ediliyorken…
Üstelik Aram Dikran mezarından Diyarbekir göğüne çağrı yaparken;
“Welatê min Dîyarbekr
Welle min pir bêrîya te kir”…