Bir zamanlar Mezopotamya’nın bereketli topraklarında umut büyürdü.

Şimdi ise zehir büyüyor.
Yıllardır Diyarbakır’da herkesin bildiği ama kimsenin yüksek sesle söylemeye cesaret edemediği bir gerçek var:
Uyuşturucu birileri tarafından ekiliyor, birileri tarafından korunuyor, birileri tarafından pazarlanıyor.
Her yıl milyonlarca kök hint keneviri sökülüyor.
Ertesi yıl, aynı tarlalarda yeniden filizleniyor.
Çünkü bu iş artık sadece bir suç değil, bu bir düzen, bu bir sistem!
Ve o sistem, sandığınız kadar uzağınızda değil.
Evet, bu işte sadece sokak çeteleri yok.
Sadece baronlar yok.
Bu işin zaman zaman korunanları, zaman zaman görmezden gelinenleri var.
Bazen karakol diplerinde kenevir tarlaları büyüdü,
Bazen taşıyan araçlar ‘durdurulmaz’ oldu.
Bazen askerler, bazen polisler, bazen korucular şaşkınlıkla yakalandı.
Elbette her asker, her polis, her korucu değil…
Ama şunu artık yüksek sesle söylemek gerek:
Bazı eller bu pis işlere bulaştı.
Bazı gözler bu tarlalara bilerek bakmadı.
Bazı dudaklar bu zehri taşıyanlara bilerek sustu.
Halk bunu yıllardır biliyor ama söylemekten çekiniyor.
Çünkü kimse ‘devlete bulaşmak’ istemiyor.
Kimse ‘askere laf etmek’ istemiyor.
Kimse ‘korucuyla uğraşmak’ istemiyor.
Ama sorun şu ki; bu bulaş sadece birkaç kişiyi değil, bütün bir toplumu zehirliyor.
Uyuşturucu sadece bir madde değil, bir çöküş yoludur.
Uyuşturucu, gençleri önce okuldan, sonra evden, sonra hayattan koparan bir felakettir.
Uyuşturucu sadece bedeni öldürmez, önce ahlakı, vicdanı, onuru öldürür.
Uyuşturucu sadece bireyi çürütmez, bir kenti, bir toplumu sessizce çökertir.
Bugün Diyarbakır’ın sokaklarında, okul önlerinde, park köşelerinde görüyoruz.
15 yaşındaki bir çocuk, elinde poşetle esrar satıyor.
13 yaşındaki bir kız çocuğu, madde karşılığında bedenini satmaya zorlanıyor.
Bir anne, oğlunu morgda buluyor.
Bir baba, kızının yavaş yavaş yok oluşunu izliyor.
Bir aile, evinin içinde adım adım çürüyen bir sessizliğe gömülüyor.
Bu sadece bir zehir değil, bu açık bir toplumsal intihardır.
Uyuşturucu bir kişiyi öldürmüyor, bir mahalleyi çökertiyor.
Uyuşturucu bir kişiyi zehirlemiyor, bir şehrin geleceğini karartıyor.
Uyuşturucu fuhuşu büyütüyor.
Uyuşturucu sokakları çetelerin hakimiyetine bırakıyor.
Uyuşturucu, insanları birbirine düşürüyor.
Uyuşturucu, gençliği sadece hayattan değil, kendisinden de uzaklaştırıyor.
Uyuşturucu işsizliği körüklüyor, eğitimsizliği derinleştiriyor, çaresizliği büyütüyor.
Uyuşturucu, kendini unutturmak isteyenlerin, acısını bastırmak isteyenlerin, umudunu kaybedenlerin sığındığı bir sahte limana dönüşüyor.
Ve bu sahte limanın sonunda ölüm var.
Bir çocuğun kaldırım kenarında titreyerek ölümü var.
Bir annenin ömür boyu dinmeyecek çığlığı var.
Bir babanın susarak gömeceği utancı var.
Yıllar önce, 2015’te dönemin Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Gültan Kışanak Diyarbakır’da çok net söylemişti:
“Ayağınızı denk alın! Gerekirse bir milyon insan tarlalara iner, hint kenevirlerini sökeriz. Biz bu şehrin her yerindeyiz!”
Kışanak’ın öncülüğünde kurulan Madde Bağımlılığı ile Mücadele Platformu bir dönem bu şehirde büyük bir umuttu.
O platform sayesinde parklar, sokaklar, mahalleler madde satıcıları için daralmıştı.
O platform sayesinde gençler ve aileler yalnız olmadıklarını hissetmişti.
Ama ne oldu?
Kayyum geldi, platform dağıldı.
O mücadele yarım bırakıldı.
O gün sustuk, bugün bedel ödüyoruz.
Bugün bir kez daha ‘Şiyar Be!’ diyoruz.
Bunun üzerine, iki ay önce Diyarbakır’da yeni bir umut doğdu:
‘Şiyar Be! Uyuşturucuyla Mücadele Platformu’.
Platform, kentin birçok demokratik kurumunun, psikolog, sosyolog, hukukçu ve eğitimcinin desteğiyle kuruldu.
Amaç sadece farkındalık yaratmak değil, aynı zamanda toplumsal bilinç oluşturarak, sahada aktif çözümler geliştirmek.
Platformun Eş Sözcüsü Murat Kan, 26 Nisan’da Sümer Park’tan Yedikardeşler Burcu’na kadar yapılan ilk yürüyüşle kuruluşlarını duyurdu.
Bu yürüyüş, kentin uyuşturucu sorununa karşı geniş bir dayanışma çağrısıydı.
Platform, gençlere, kadınlara, ailelere yönelik koruyucu ve önleyici programlar planlıyor; çocuk evleri gibi somut projelerle kent dinamiklerini bir araya getiriyor.
14 Haziran’da ise ‘Şiyar Be’ platformu ikinci kez Diyarbakır’da geniş katılımlı bir yürüyüş düzenledi.
Dünya Kavşağı’ndan başlayıp Rojava Parkı’nda sona eren yürüyüşte, yurttaşlar “Zehire değil emeğe sarıl” çağrısıyla yürüdü.
DEM Parti milletvekilleri, sivil toplum kuruluşları, Diyarbakır Barosu üyeleri ve yüzlerce vatandaş destek verdi.
Yürüyüş boyunca gençleri zehirlemek isteyen odaklara karşı birlik mesajları verildi.
Ancak, platformun öncülüğündeki bu mücadeleye rağmen katılım beklenenin çok altında kaldı.
Kahvehaneler ve kafeler doluyken, yürüyüş yolları ıssız kaldı.
Polis sayısı katılımcıdan fazla oldu.
Bu tablo, sorunun ne kadar derin ve toplumsal dayanışmanın ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor.
Yıllar sonra bir kez daha yürüyüşler yapılıyor, bir kez daha ‘farkına var’ çağrıları yapılıyor.
Ama kim duyuyor?
Bu kadar yakıcı bir meselede ses çıkarmayanlar, mücadeleye omuz vermeyenler, de bilsin:
Bu zehir bir gün sizin kapınızı da çalacak.
O zehir ya sizi bulacak ya da siz gözlerinizi ondan kaçıramayacaksınız.
Kahvehaneler dolu.
Kafeler dolu.
Sokaklar tıklım tıklım ama yürüyüşler ıssız.
Polislerin sayısı katılımcılardan fazla.
Soruyorum size:
Biz ne zaman bu kadar umursamaz olduk?
Ne zaman bu kadar körelmiş olduk?
Ne zaman bu kadar kendi geleceğimizi başkalarının eline bırakır olduk?

Diyarbakır Barosu Başkanı Av. Abdülkadir Güleç çok net bir uyarı yapıyor:
“Uyuşturucu yalnızca bireysel bir sorun değil, toplumsal bir çürüme aracı. Bu mücadele sadece halkın ve sivil toplumun omuzlarına bırakılamaz. Devletin tüm kurumlarıyla bu işin içinde olması gerekir. Toplumu etik, ahlaki ve siyasi değerlerinden uzaklaştıran sistematik politikalara karşı buradayız.”
Uyuşturucu ile mücadele bir avuç insanın omuzlarına bırakılacak kadar küçük bir mesele değil.
Uyuşturucu ile mücadele bir gün yapılacak bir yürüyüşle geçiştirilecek kadar hafif bir mesele değil.
Uyuşturucu ile mücadele bir varlık-yokluk meselesidir.
Bir şehir ya birlikte kurtulur ya birlikte çürür.
Kimse ‘benim çocuğuma bulaşmaz’ demesin.
Kimse ‘benim mahallem güvenli’ demesin.
Bu zehir bir gün mutlaka kapınızı çalacak.
Belki bir kardeş, belki bir yeğen, belki kendi evladınız…
Bu işin içinde olanlar kadar, bu işe sessiz kalanlar da suç ortağıdır.
Herkes şapkasını önüne koysun ve şu soruya cevap versin:
Karakol dibinde hint keneviri büyürken biz neredeydik?
Uyuşturucu taşıyanları haberlerde okurken neden sustuk?
Köylerde hint keneviri sökülürken neden görmezden geldik?
Bu şehir ya bu zehri toprağından sökecek ya da bu zehir hepimizi boğacak.
Unutmayın:
Bazı zehirler bedenimizi öldürür, bazı zehirler ise ruhumuzu.
Bazı ölümler sokaklarda olur, bazı ölümler suskun kalplerde.
Ve bazen en büyük zehir, en derin sessizliktir.
Bu şehir zehri değil, emeği büyütecek.
Bu şehir karanlıkla değil, onurla yürüyecek.
Bu şehir susmayacak!
Çünkü mücadele edenler hep bir gün galip gelir.
Çünkü hiçbir zehir, örgütlü bir vicdanı yenemez.