Telefondaki ses, Diyarbakır’da köklü bir firmanın sahibi.

Yorgun, bitkin ve kaygılı:

“İşler çok kötü. Sipariş var ama malı teslim etmeden ödeme yok. Üretim, nakliyat, enerji masrafları derken nakit para yetişmiyor. Öyle bir hale geldik ki dışarıda misafiri ağırlamaya çekiniyoruz.”

Bu sözler aslında Diyarbakırlı sanayicinin, iş insanının sessiz çığlığı.

Kentte üretim yapan, istihdam yaratan, yatırım için yıllarını veren sermaye sahiplerinin adeta bir feryadı.

Türkiye’de son yıllarda uygulanan faiz politikası, ekonomik istikrarsızlıkla birleşince piyasaların dengesi tamamen altüst oldu. Merkez Bankası’nın kararları, bir yandan kredi musluklarını daraltırken öte yandan yüksek faiz yükü işletmeleri kıskaca aldı.

İş dünyası, üretmek yerine artık bankalara çalışır hale geldi.

Bankalar sıcak paraya sıkışmış durumda. Parası olan bankaya yatırıyor, krediyi alan ise aldığı paranın neredeyse dörtte üçünü faize ödüyor.

Kar marjı yok, büyüme yok, nefes alma şansı yok.

Bir Diyarbakırlı sanayici şöyle anlatıyor:

“Eskiden banka kredisiyle üretim yapar, kazancımızla borcumuzu kapatırdık. Şimdi üretimden kazandığımız yetmiyor, bankaya ödediğimiz faiz ciromuzu bile aşıyor.”

Sorunun bir başka boyutu ise Kürt illerindeki sanayicilere uygulanan farklı bankacılık yaklaşımı. Zaten yüksek faizle boğuşan iş insanı, bu bölgelerde daha da ağır şartlarla karşı karşıya kalıyor.

Bankaların kredi tahsis süreçleri yavaş, limitler düşük, teminat şartları katı.

İşveren adeta kendi emeğiyle değil, bankaların keyfi kararlarıyla ayakta kalmaya çalışıyor.

Sonuç mu? Sermaye eriyor, üretim zayıflıyor, kent ekonomisi daralıyor.

En somut örnek tekstil sektöründe yaşanıyor. Diyarbakır Tekstil İhtisas OSB, daha açılışı yapılmadan Türkiye’nin önde gelen markalarının dikkatini çekmişti. 2023’te büyük umutlarla başlayan süreç, bugün hayal kırıklığına dönüşmüş durumda.

OSB’de kapısına kilit vuran firma sayısı 25’i geçti. Birkaç yıl önce 8 bin kişiye ekmek kapısı olan tesislerde istihdam 3 binlere kadar geriledi. Kapasite düştü, işsizlik arttı, markalaşma hedefleri rafa kalktı. Kentteki genç işçiler tekrar işsizler ordusuna katıldı.

Bir tekstilci, yaşadığı çıkmazı şöyle özetliyor: “Dolar yükseliyor, hammadde pahalanıyor, enerji faturası döviz bazında geliyor. Ama biz malı satarken paramızı TL üzerinden ve aylar sonra alıyoruz. Bu denklemde nasıl ayakta kalalım?”

Türkiye genelinde konkordato ilan eden şirket sayısı hızla artıyor. Diyarbakır’da da tablo farklı değil. Mahkemeye başvuran firma sayısı 20’yi aşmış durumda. Yani işletmeler batmamak için “nefes borusu” arıyor.

Konkordato ilan eden firmaların ardında yüzlerce çalışan, binlerce aile ve zincirleme etkilenen yan sektörler var. Sadece sanayici değil; nakliyeciden küçük esnafa, tedarikçiden işçiye kadar herkes bu çöküşün gölgesinde kalıyor.

Diyarbakır gibi yatırımla büyüyen kentlerde sanayicinin bu denli kırılgan hale gelmesi, sadece bugünü değil geleceği de ipotek altına alıyor. Yatırımcı cesaret bulamazsa yeni fabrika açılmaz, yeni istihdam yaratılmaz. Gençler işsizlikle baş başa kalır, göç hızlanır.

Bugün Diyarbakır’dan İstanbul’a, Gaziantep’ten Mardin’e kadar iş dünyasının tek gündemi var: Ayakta kalabilmek. Sipariş var ama sermaye yok, işçi var ama istihdam güvencesi yok, üretim var ama sürdürülebilirlik yok.

Sanayicinin feryadı yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sosyal bir alarmdır. Bankacılık politikaları bölgesel eşitsizlik yaratmamalı. İş dünyasının yükünü hafifletecek, üretimi teşvik edecek, yatırımı destekleyecek adımlar atılmazsa daha çok kapıya kilit vurulur.

Diyarbakır’daki sanayici sadece kendi geleceğini değil, bu kentin çocuklarının geleceğini de korumaya çalışıyor. O yüzden bu sessiz çığlığı duymak, sadece ekonomik değil vicdani bir sorumluluktur.