Diyarbakır surları üzerine çok konuşuldu, konuşuluyor ve daha çok konuşulacak da! Konuşulmalı tabii ki. Ama, sözün henüz başındayken şunu ifade edeyim; Diyarbakır Surları sadece “tarihi ve kültürel miras” açısından şehrin eski kadim geçmişine gönderme yapılarak anlatılmaya / konuşulmaya çalışılırsa haksızlık olur kanısındayım.
Çünkü, Diyarbakır bütün önceki adlarının silsilesi itibariyle “Diren(g)en” ve “Yaşayan” özellikleri ile tarihin bütün zamanlarında rüştünü kanıtlamış bir şehir. Bu vurgu sözün en veciz başlığına oturtularak başlanmalı söze…
Diyarbakır’ın tarihi kadimden zeyl surlarının dış cephelerinde simgeler var. Bu simgeler her temas edenin ve yine her bakan, gören gözün dikkatini çekmiştir. Boşuna değil; o ejderhalar, kanatlı atlar, aslan-boğalar, akrepler, yılanlar ve dahi envayi çeşit bitki figür ve simgeleri.
İşte onlar, onlarla birlikte ahir zamanlardan bu yana beraber yaşayanların ve dahi hikâyelerinin özgün şehri de ondan.
Akrep toplamış bu şehrin sakinleri bir vakit; ağusundan-zehrinden şifa damıtılacağını bilerek. Ama yine kendisinin de yaşamı boyunca akrep tarafından en az bir kez sokulduğunu, sokulmayanın da elbet bir gün sokulacağını bekleyerek!
Her evin (ev derken suriçinin eski bazalt taş evleridir kasıt) zêrzemisindeki (jêrzemin-kiler-bodrum) evin yılanı olduğunu bilerek! Yılanın günlük hakkı bir tas sütü bir yerlere koyarak tabii ki! O yılana zarar verenin sancılacağını / sancıldığını bilerek elbette.
Ve o yılanı, o akrebi de sur burcuna-bedenine (şehirliler, surlarına “beden” der) işleyerek / nakşederk.
“Yılanlı, akrepli, sevdalı şehir…” demiş ya şair şehre dair! Boşuna değil! Ne oldu da bunca kıymetmedarı iftihar bir şehir taammüden cinayete kurban gitti. İşte, işin tam da orasında durun. “Bin vurun” belki ama bir de “AH” işitin derim.
Bundan tam on yıl önce yine temmuz başında 2015’te UNESCO’nun tarihi ve kültürel miras daimi listesine dahilolan şehir neden bu kararın üzerinden bir kaç ay geçmeden kara bir dehlize sürüklenerek sevincini yaşayamadı. Ve şehir o felaketten sonra bütün çabalamalara rağmen bir daha toparlanamadı!
Sormalıyız sanırım o heyecanı yeterince yaşayamayanların bugün bütün kırgınlıklarıyla adrese teslim sorgulama, soru sorma hakkı yok mu? Vardır, tabii ki! Hem de ziyadesiyle vardır. Kime, kimlere sorulacaktır sorusu orta yerdedir.
UNESCO’nun Türkiye Daimi Temsilciliğine vardır.
Kültür Turizm Bakanlığı ile Çevre Şehircilik Bakanlığı’na vardır.
Diyarbakır Valiliği’ne vardır.
Seçilmiş, sonra yerlerine uzunca süre kayyım atanmış, sonra yeniden seçilmiş Büyükşehir Belediyesine vardır.
Siyaseten muktedir ve muhalif devlet ve parti politikalarının karar vericileri ve uygulayıcılarına vardır.
Ve yerelde teknik ya da entelektüel kimlikle sahada olan örgütlü sivil dinamiklere vardır.
Birey kimliklerimiz ile de tekil olarak her birimize vardır.
Ez cümle bugün işte o 2015 “şehir savaşları” döneminden bu yana taammüden kent kıyımı / kırımına kurban gidişin onuncu yılında sormak lazım: Sahi olan biten onca vukuat neydi, niye oldu! Soru bütün çıplaklığıyla orta yerde duruyor. Paneller, arama konferansları, söyleşiler ve daha birçok şey avuç dolusu paralarla yapılmış fon kaynaklı projelerle konuşuluyor, yapılıyor orta yere de pas ediliyor.
Hiç bir “akıl” da hele bir de şu ala u vala ile yaptığımız işlerin bir bölümüne de açık bir platform tartışma bölümü de koyalım da hikâyenin asli sahipleri mağdurları gelip konuşsun demiyor, diyemiyor. Çünkü öyle bir dert yok.
O günlerin elbette tanığıyım. Kimi mekanlara acaba ne olmuş, hasarın boyutu ne durumda, ne kurtarabiliriz diye özel izinle ve zırhlı araçla çatışmalı bölgeye girip çıkanların kimileri, bugün orta yerde ve arzı endam ederek konuşuyor ve itibar görüyorlar.
Tarihin ve hayatın böyle tuhaf garabetleri maalesef hep var. Olacak da! Çünkü beşerin tuhaf dalaletleri vardır ki “putunu kendi yapar, kendi tapar”!
Biz ise edebiyatın edepli sığınağına sığınır ve oradan sesleniriz. İyi ki sizin muteber salonlarınızda değil, kendi sığınağımızdayız…
“Yiğitlik, sen cehennem olsan bile
Fedayı kabul etmektir,
Cennet yapabilmek için seni,
Yoksul ve namuslu halka.
Bu'dur ol hikâyat…”