Annelik... Sadece bir biyolojik gerçek değil, yaratılışın en kutsal halidir.
Bir annenin yüreği, evladının ilk nefesiyle atmaya başlar.
Uyandığında ilk onu arar, uyuduğunda dualarını ona sarar.
Çünkü anne olmak, Allah’tan alınan bir emaneti ömür boyu kalbinde taşımaktır.
Ve bu emanet zarar gördüğünde, annenin yüreğindeki sarsıntı yalnızca insani değil, ilahi bir yankıdır.
Bir annenin en temel hakkı, çocuğunun saçını okşayarak büyümesini izleyebilmektir.
Kokusunu içine çekmek, uykusuna şahit olmak, ilk adımını alkışlamak…
Çünkü annelik, sadece doğurmak değil; sabırla, sevgiyle, umutla bir ömür adamaktır.
Ancak bu coğrafyada, özellikle de Kürt anneleri için o hak çoğu kez doğumla değil, ölümle başlar.
Evlat daha dünyaya gelmeden bir kimliğin yüküyle anılır; bazen adıyla, bazen diliyle, bazen sadece doğduğu yerle sorgulanır.
Daha çocukken dışlanır, gençken yaftalanır, büyüdüğünde ise çoğu kez “tehlike” ya da “hedef” olarak görülür.
Ve her ağıt aynı cümleyi yineler: “Yavrum gitti, ben de gittim...”
Kürt meselesi konuşulurken; siyasiler dosya açar, akademisyenler kavram sıralar, televizyonlar “güvenlik” tartışır.
Ama kimse bir annenin geceleri yastığa başını koyarken içine çektiği o sessiz ağıdı, sabah ezanında boş kalan bir odaya bakarken yüreğinde beliren acıyı anlatmaz.
Çünkü istatistikler ağlamaz. Ama analar ağlar. Hem de içe doğru, sessizce…
Bu ülkede, mezarlıklarda çocuklarının başucuna oturup Kürtçe ağıtlar yakan anneler var.
Evlatlarıyla aynı dili konuşmaları bile yıllarca yasaktı.
Dilleri susturuldu, çocukları susturuldu, sonra kendileri susmaya zorlandı.
Ama bir annenin duası susturulamaz.
Ne yasalar, ne duvarlar, ne tehditler...
Anne yüreği her sabah yeniden dua eder, her gün yeniden umut eder.
"Şehit annesi" ya da "terörist annesi" demeden, anneliğin ortak acısında buluşmak gerek artık.
Çünkü hangi taraftan olursa olsun, evladını toprağa veren her annenin gözyaşı aynı yerden akar.
Biri devlet töreniyle uğurlanır, diğeri gecenin sessizliğinde...
Ama acının dili aynıdır: sessiz bir çığlık, doyulamayan bir kokudur.
Kur’an’da “Cennet annelerin ayakları altındadır” denirken, bu topraklarda birçok anne toprağın altında bir çocuğun başında ağlıyor.
Cennetin anahtarı olması gereken eller, bir mezar taşına tutunarak hayatta kalmaya çalışıyor.
Artık bu hikâyenin böyle sürmemesi gerektiğini daha yüksek sesle söylemenin vakti geldi.
Çünkü kalıcı barışa bir adım daha yakınız.
Bu kez eksik bırakılmış, yarım kalmış her cümleyi tamamlamak, silahları susturup ağıtları dindirmek elimizde.
Yeter ki önce bir annenin gözlerinin içine bakmayı öğrenelim.
Barış, masa başlarında değil, mezar taşları arasında aranır bu ülkede.
Çünkü orada gerçek bedeller yazılıdır.
Adı, yaşı, doğduğu gün, öldüğü gün…
Ve ardından kazınmamış ama her annenin kalbine kanla yazılmış bir cümle: “Doyamadım.”
Doyamayan anneler oldukça, bu mesele kapanmış sayılmaz.
Ama şimdi umut yeniden filizleniyor inatla...
Belki bu kez, gerçekten dinlemeye hazır bir ülke olabiliriz.
Belki bu kez, çocuklar toprağa değil, yarına büyür.
Belki bu kez, anneler dua ederken gözlerini göğe değil, sağ salim yanlarında olan çocuklarının gözlerine diker.
Çünkü barış, en çok annelerin hakkıdır.
Ve gerçek çözüm, anaların yüreğine su serpen; hiçbir annenin evladına “doyamadan” yaşamak zorunda kalmadığı bir gelecekten geçer.
Evlat kokusuna doyamamış tüm annelerin Anneler Günü, barışa en çok yaklaştığımız gün olsun.