Temel haklarımızın sağlanmadığı durumlarda neden yetkililere ulaşamıyoruz?
Bir vatandaş olarak sahip olduğumuz en temel haklar, sadece anayasa kitapçıklarında yazılı kalmamalı.
Bu haklar, günlük yaşamda hissedilmeli, gerektiğinde savunulmalı, ihlal edildiğinde ise güvenle başvurabileceğimiz mekanizmalar tarafından korunmalıdır.
Ne yazık ki son zamanlarda bu konuda ciddi bir sessizlikle karşı karşıyayız.
Sadece kamu kurum ve kuruluşlarda değil, özel sektörlerde de bu durum yaşanıyor.
Vatandaşın sesi genellikle karşılıksız kalıyor. Dilekçeler cevapsız, telefonlar meşgul ya da açılmıyor, iletilen mailler ise muhtemelen okunmadan siliniyor.
İnsan, “Nereye gideceğim, kimi arayacağım?” sorusunu kendine sormaktan yorgun düşüyor.
Market zincirlerinde haksız fiyat artışlarından tutun da, yerel yönetimlerin hizmet eksikliklerine kadar yaşanan sorunlarda bir muhatap bulmak neredeyse imkânsız hale geldi.
Milletvekillerine ulaşmak ise adeta bir labirent.
Oysa demokrasilerde temsilciler, halkın sesini duymakla ve sorunlarına çözüm üretmekle yükümlüdür. Ancak temsil edilen bizler, ulaşamıyoruz.
Bu kopukluk büyüdükçe, sadece sistem değil, vatandaşın devlete ve adalete olan güveni de zedeleniyor.
Peki neden bu hale geldik?
Birinci neden, şeffaflık ve hesap verilebilirlik eksikliği.
İkinci neden ise kurumsal iletişimin bir lütuf gibi sunulması.
Oysa bu iletişim bir ayrıcalık değil, görevdir. Halktan kopuk bir kamu düzeni, sadece bireyleri değil, toplumu da yorar.
Bu yüzden artık köklü bir değişime ihtiyacımız var.
Kurumlar vatandaşla yeniden konuşmayı öğrenmeli.
Sokağa çıkıp 1-2 fotoğraf çektikten sonra köşeye çekilmekle halk ile iç içe olunmaz.
İletişim kanalları sadece var olmakla kalmamalı, işlevsel de olmalı. Cevap veren, geri dönüş yapan, çözüm sunan bir sistem; güvenin yeniden inşasında en önemli adım olacaktır.
Temel haklar sadece tanımlarla değil, yaşanarak korunur.
Bizler de sadece haklarımızı istemiyoruz; sesimizin duyulmasını ve dikkate alınmasını talep ediyoruz.
Çünkü vatandaş sustuğunda değil, duyulmadığında kırılır.